top of page

Bitmeyen İştah: Nesnelerden İlişkilere Tüketim Hikâyesi

  • Yazarın fotoğrafı: NESLIHAN CALISKAN
    NESLIHAN CALISKAN
  • 30 Eyl
  • 2 dakikada okunur
ree

Hafta sonu bir restoranda kahvaltı ederken, bizden önce oturanların tabağında kalmış, dokunulmamış domatesleri gördüm. Parlak kırmızılarıyla, güneşi içlerine hapsetmiş bu küçük meyveler, orada öylece unutulmuştu. Onlardan sonra gittiğim kafede insanların yarım bıraktıkları tatlıları, fincanlarında kuruyup kalmış kahveleri gördüm. Belki gözden kaçacak küçücük anlar, ama aslında büyük bir hikâyenin parçası: tüketim hikâyesi. İçinde olduğumuz ve farkına bile varmadığımız, bir yandan bizi büyüleyen, diğer yandan tüketen hikâye.


Çocukluğumda bana hiçbir şeyin ziyan edilmemesi gerektiği öğretildi. Kâğıdın ardında bir ağaç, ağacın ardında bir orman; domatesin ardında toprak, güneş ve evren; paranın ardında ise görünmez emek ve çaba olduğunu hatırlatıldı.Önüme gelen her şeyde tarlada alnında terle çalışan işçilerin, bir tek pamuk kozasının içinde çocukluklarını kaybetmiş çocukların olduğunu bilerek büyüdüm.


Ve şunu öğrendim: Her şeyin bir hikâyesi vardır. Ancak çağımızın tüketim kültürü bu hikâyeleri görünmez kıldı. Para artık yalnızca dijital bir sayıdan ibaret; emek, otomasyon ve ekranların arasında kayboldu; toprağın ve güneşin anlatısı ise ambalajların, etiketlerin ve reklam söylemlerinin ardında silikleşti.


Tüketim, yalnızca nesneleri değil, yokluk ve yoksunluk deneyimlerimizi de gizleyen bir savunma düzeni gibidir. Erken çocuklukta yaşadığımız eksikliklerin, doyurulmamış ihtiyaçların boşluğu, yetişkinlikte çoğu kez market raflarında, restoran menülerinde, internet mağazalarında yeniden sahnelenir.


Alırız, yeriz, yarım bırakırız. Çünkü aslında doymak değil, “hiç doyamamak” vardır içimizde. Çocuklukta yeterince sevilmemiş, yeterince görülmemiş yanlarımız, yetişkinlikte her alışverişte yeniden ortaya çıkar: “Beni gör, beni doyur.”


Ama ne kadar çok tüketirsek tüketelim, içimizdeki boşluk dolmaz. Tabağında bırakılan domatesin, yarısı yenmemiş pastanın ya da çöpe giden kahvenin hikâyesi budur: Bir türlü içselleştirilemeyen doyum. Freud’un tekrar zorlantısı kavramı gibi, biz de defalarca aynı sahneyi oynarız: alırız, tüketiriz, bırakırız. Ve ardından yine ararız.


Günümüzde tüketim yalnızca yiyeceklerle sınırlı değil. İlişkilerimizi de tüketiyoruz. Arkadaşlıklar, romantik ilişkiler, hatta aile bağları bile birer “ürün” gibi deneyimleniyor. Bir uygulamada sağa kaydırıp yeni birini seçebildiğimiz gibi, sıkıldığımızda vazgeçiyoruz. Bu ilişkiler, yeterince zaman, emek ve bağ kurma fırsatı bulamadan tüketiliyor.


Nesneler gibi insanlar da birer seçenek haline geliyor; ve bu bolluk yanılsaması, paradoksal biçimde, bizi daha yalnız ve yoksul bırakıyor.


Tüketim, travmaları bile içine alıyor. Acılarımızı, kayıplarımızı yaşamak yerine ekranlarda hazır paketlenmiş hikâyeler, diziler, trendlerle bastırıyoruz. Yası yaşamıyor, yalnızca tüketiyoruz. Böylece travmalar içimizde işlenmeden, dönüştürülmeden kalıyor.


Masada bırakılan domates yalnızca bir domates değildir; ama modern hayat bize bu bilinci unutturuyor. Çünkü düşünmek için vaktimiz yok, bağ kurmak için sabrımız yok.


Ve en sonunda geriye şu kalıyor: Bitmeyen iştahımızın ortasında, aslında en çok kendimizi tüketiyoruz.

 
 
 

Yorumlar


bottom of page